Bir gün sürekli yalan söyleyen bir
adama; "niye hep yalan söylersin?" diye sormuşlar. Adamın
cevabı basit olmuş; "ona inanırım da ondan."
Kullandığımız fiillerin başında gelen yalan, popülaritesini hiç
kaybetmiyor. Olayın teknik değerlendirmelerinden çok hayatımızı
saran bir bulanıklık halini alan yalan, bizi çok iyi bir dostmuş
gibi hiç yalnız bırakmıyor. O kadar iyi bir dost ki, diğer dostlarımıza
iğrençliğimizi göstermemizi sağlıyor. Ona sığınmak çok kolay.
Bir geniş ağız, bir dil bilmek ve biraz utanmaz bir yüz. Yalanı
anlatmak mı lazım yoksa maruz kalıp anlamak mı? Gerçek şu ki, o
bizi sarıyor ve hayatın zorlu koşullarını neden olarak yanına alıyor.
Bizde sonuçları düşünmeden ona güveniyoruz. Bırakın günün
belli saatlerinde söylenen kalıplaşmış yalanları, çok ciddi
yalanların bir çok sağlam olguları yıktığını görürüz. Belli
bir markası olmayan yalan kendine her zaman rahatlıkla sermaye
bulabiliyor. Bu sermaye hiç bitmeyecek bir hazineyi andırsa da, aslında
bizi yiyen bir asalağa benziyor. Ama ilginç olan şu ki, ondan hiçbir
zaman şikayetçi olmuyoruz. Bazı hislerin ve anlaşılmazlıkların
sahipsiz kaldığı anlarda yalan sarılabileceğimiz en güzel esinti.
Hayatın zorluklarından ve ayrıntılardan kaçmanın klasikleşmiş
yolu olan yalan bizi kendine bağımlı kılıp sessiz sedasız kendi
egemenliğini benliğimizin içinde kurmaya başlıyor. Diğer cümlelere
ve kelimelere girmesi ve onları bizim yerimize yönetmesi varlığımızın
basit bir dayanakla değiştirilmesi anlamına geliyor. Bunun gerçekte
kendine güvenmeyen ve abuk şeylerin sahipliğini yapan kişilerin yaptığı
bir intihar olarak da nitelendirebiliriz. Güçsüzlüğün bütün özelliklerini
taşıyan yalan beraberinde umutsuzluğun ve anlaşılmazlığın
temellerini de getiriyor. Bizi kesin bir çıkmaza götüren yalan orada
bulunan arkadaşlarıyla bile uyuşmamızı engelliyor. Belli bir inancın
olmadığı düşüncelerin kendi benliğimizde boş bir biçimde dağınık
dolaşması yalana yeni malzemeler veriyor. Değersizliğin göstergesi
olan yalan; gerisinde yıkık ve harap benliklerin başkalarınca görülmesinden
başka bir işe yaramıyor. Aitlik prensibinin gelişmediği insanda bir
şeye güvenmek ve boşluklarla dolu hayatını belli belirsiz
kelimelerle doldurmak yalanı bir önlem haline getiriyor. Belki de anlaşılmaz
şeylerin sahibi insanın kendini gösterme çabasını sembolize
ediyor. Neredeyse inandığı tanrının veya isteğinin yanına konulan
yalan yeriyle ilgili utanmadan ukalalık yapıp her şeyin egemeni olmak
istiyor. Bu da bize, ona ait her şeyi kabullenmemiz gerektiğini
zannettiriyor. Başta soru sorulan adama bir soru daha sordular; Peki ne
zaman gerçeği söyleyeceksin?. Adam da şöyle cevaplamış Ona inandığım
zaman... |